Diyarbakır küçelerinde iki Dersimli
Elimdeki karton plak kutusunu kucaklamış, arkadaşımın anahtarla kapıyı açmasını bekliyordum; kapıyı açmaya çalışırken hala elleri titriyordu. Hava alışılmadık biçimde aniden soğumuştu ama üşümemizin nedeni sadece soğuk değildi. Az önce konser sonrası Kahraman Kardeşler’le yaptığımız sohbetin ve dilimize takılıp kalan o şarkının kekremsi tadıydı buna sebep.
“Yalnız değilsin eskici,
Bir sabah güneş doğar,
Sevgiden tuğlalarla,
Yeniden kurarız bu kenti.”
Yol boyunca hiç konuşmadan, susarak birbirimize bir sürü şey anlatmıştık. Arkadaşım biraz soluklandıktan sonra dikkatlice kabından çıkarttığı plağı, yeni doğan bir bebeği incitmeme özeniyle anne-baba yadigarı plakçaların diskine yerleştirdi. Yüzlerce kez dinlediğim şarkıları sanki ilk kez dinleyecekmişim gibi heyecan ve sabırsızlıkla beklerken plak dönmeye başladı. Ve Kemal Kahraman’ın o buğulu sesi, sanki esrarlı bir şeyi kulağımıza fısıldarcasına bizi içine aldı.
Yazılmış öyküleri unutmalı,
Kırık bir kış yolculuğu anlatır,
Geçmiş ölüleri tarlasından kendi yarasıyla
O günden beri bir fotoğrafın yası tutulur
Ardından önce gitar ve sonra da yürekleri dağlayan keman çığlığı yükseldi gecenin sessizliğinde.
Ve işte yıllardır yasını tuttuğumuz siyah beyaz fotoğraflardaki siluetler bir bir gelip odadaki yerlerini aldı. Zamanın ötesine geçip onlarla birlikte müziğin ritmine kapıldık. Bedenlerimiz ısındı, titrememiz dindi ama zemheride asılı kalan ruhlarımızın ısınması için henüz bir şey icat edilmemişti.
Anlattıkları masallar, söyledikleri şarkılar, ağıtlar, beyitler sizi içinde bulunduğunuz andan uzaklaştırır. Dinlerken kendinizi sert kayalara çarparken, sağanaklarda ıslanırken, göç yollarında savrulurken, bozkırda güneş altında terlerken, derin sularda yüzüp uçsuz bucaksız gökyüzünde kanat çırparken bulursunuz. Zaman zaman bağımız kopsa da 2000 yılından beridir devam eden arkadaşlığımızın sunduğu tanışlıkla Metin & Kemal Kahraman Kardeşler, müziğinin derinliği bende hep böyle bir etki yaratmıştır.
30 YILLIK YOL ARKADAŞLIĞININ MECBUR KILDIĞI VEFA BORCU
Aslında pazar günleri Suriçi’ne gitmek pek akıl kârı olmasa da kahvaltı için Kahvaltıcı Edip Usta’da buluştuğumuzda gecenin mahmurluğu yüzlerinden okunuyordu.
Çünkü 30. sanat yılını kutlayan Kahraman Kardeşler, önceki akşam Amidart’ın organize ettiği konser için Diyarbakır’daydı. Havanın birdenbire bu kadar soğuyacağı hesap edilmediğinden konser açık havada düzenlenmişti. Soğuğa rağmen 30 yıldır birlikte yol aldıkları dinleyicileri onları yalnız bırakmadı; herkes bulabildiği kadarıyla ceketlere, hırkalara, şallara sarılarak oturduğu yerden huşu içinde müziğin seline kapıldı. Aslında bir nevi 30 yıllık bir dostluğun minnetle, sevgiyle, şefkatle sarılıp sarmalanmış anıları, yaşanmışlıkları, kısacası yol arkadaşlığının mecbur kıldığı bir vefa borcuydu bu. Benzer görüntüye en son 2001 yılında Diyarbakır Newrozu’na gelip yağmurun, dolunun altında binlerce insanın hep bir ağızdan “gülümse hadi gülümse, bulutlar gitsin” şarkısına eşlik ettiği Sezen Aksu konserinde denk gelmiştim.
Kahvaltının ardından Suriçi’nin yerli turist dolu keşmekeşinde mekanlardan yükselen halay müzikleri, kalabalığın içinde dibek kahvesi ve badem şekeri ikramıyla birbiriyle yarışan esnaf arasından geçerek kahve içmeye Sülüklü Han’a gidiyoruz. Burası da tıpkı Kahvaltıcı Edip Usta gibi oturmak için masalardan birilerinin kalkmasını bekleyenlerle dolu. Sülüklü Han’da her mevsim görkemiyle avluyu gölgeleyen dut ağacının verdiği huzur bile müziğin ve insanların uğultusunu bastırmaya yetmiyor. Ne yazık ki bu çok sevdiğim, her geldiğimde kendimle kalabilmenin keyfini sürdüğüm han da değişim rüzgarına kapılmış.
Bir masa bulup oturuyor ve melengiç kahvelerini sipariş ediyoruz. Hep erteledikleri için biriken projelerinden söz ediyorlar Kahraman Kardeşler; tıpkı yaptıkları müzik gibi yaşıyorlar hayatı. Yanınızdalar ama sanki orada değiller gibi. Sanki gördükleri, dokundukları her şeyde, bir sokak kapısında, kaldırımda duran bir kedide, içtikleri kahvede, avludaki haşmetli dut ağacında bile hep bir yaşanmışlık sahiciliği, bir mânâ şahitliği arayışı içindeler.
Kemal Kahraman’la konuşurken avludaki uğultu diniyor, müzik daha az geliyor kulağa. O etkileyici ses tonuyla; Düzgün Baba’nın mekânından, keçilerinden, atından, kuru dalları yeşerten asasından, ab-ı hayat içerek ölümsüzleşen Hızır’ın her yerde hazır ve nazır oluşundan, Şahmaran’dan söz ediyor. Bunların bir keyfiyet ürünü değil köklerini insanlık tarihinde, kültür tarihinde aramamız gereken sistematik mana kurguları olduğunu söylüyor ve bütün bunların Dersim sözlü hafızasında Zazaca, Kürtçe hatta Türkçe dualarda, masallarda, ritüellerde hâlâ yaşadığımı söylüyor. Kadim zamanlardan bugüne söz ve sözlü gelenek üzerinden devrolmuş ancak kültür tarihi yazıcılığında hiç hesaba katılmamış bir sözlü hafızaya ait mana kurguları olduğunu söylüyor. Ve bütün bunları araştırırken kendileri için de öğrenme sürecinin hep devam ettiğini söylüyor. Bu kış Dersim’e yerleşeceğini yıllardır üzerinde çalıştıkları binlerce saatlik kayıtları sözlü kültür kütüphanesine dönüştürme projesine başlamak istediğini anlatıyor.
ÜÇ KİTAP YOLDA
Kemal Kahraman, Dersim sözlü hafızasından albüme dönüştürdükleri derleme kitapçıklarını daha detaylı bir biçimde kitaplaştıracaklarını da ekliyor: “2006 yılında yayınladığımız Çevere Hazaru/Binler Kapısı; 2010 yılında yayınladığımız Sae Moru/Şahmaran albümünün ve en son Maviş Güneşer adına yayınladığımız Dersim politik ağıtları albümlerinin yayınlanmamış kitap versiyonları var. Her biri 4-5 yılımızı alan bu albümlerin hazırlanma süreçleri bizim için tam bir araştırma, öğrenme süreci oldu. İşte bu öğrenme süreçleri de tabii bizi konu hakkında hiç hesap etmediğimiz tezlere götürdü. Çalışma sürecinde her biri için 300-500 sayfalık kitaplar hazırlıyoruz ancak CD basılma aşamasında bir CD kitapçığının asgari sınırlarını zorlayıp bütün yazdıklarımızı 150-200 sayfalık sıkıştırılmış tekstlere dönüştürüyorduk. Bu durumda işte bu üç çalışmanın da yayınlanmamış kitapları var. İşte kısa dönem içinde bu üç çalışmayı da yeniden olgunlaştırıp yayınlamak istiyoruz” diyor.
Sohbet devam ederken ikisi kadın dört kişi heyecanla yaklaşıyor. Aydınlık yüzlü, pırıl pırıl insanlar. Öğretmen olduklarını, Adıyaman’dan konser için geldiklerini söyleyerek fotoğraf çektiriyorlar ve ikiliyi konser için Adıyaman’a davet ediyorlar.
‘PLAĞA YENİDEN DÖNÜŞ VAR’
Eylül ayında yayınlanan ve geçtiğimiz gece beni benden alan Ferfecir plağından söz ediyoruz: “Plak 70’li yıllarda çok popülerdi. 80’lerde kasetle birlikte bir süre paralel yaşadı ama 80’lerin sonundan itibaren neredeyse artık basılmaz oldu. Bu sebepten biz denk gelemedik. Sonrasında da CD dönemi başladı. Şimdi plağa yeniden bir dönüş var, bir alıcısı var.”
Unkapanı’nda Lizge Müzik adındaki kendi firmaları ve A.K Müzik firmasının ortak çalışmasıyla Ferfecir plağı yayınlanmış. İstanbul’da Şişli ve Kadıköy’de yapılan plak günlerinde meraklı sayısının azımsanmayacak derecede olduğunu gördüklerini söylüyorlar.
Önümüzdeki iki hafta içerisinde de ‘Deniz Koydum Adını’ adlı albümünün plağı çıkacak.
“A.K. Müzik bu iki albümü plak olarak yayınlama önerisiyle geldi. Diğer albümler için herhangi bir öneri gelmezse onları da biz kendimiz Lizge Müzik olarak basacağız; ayrıca Sümbülteber ve Telden Tele isimli yeni albümlerimizi yine plak olarak basmak istiyoruz. Ben her şeyin, özellikle de müziğin tamamen dijitalize olduğu bu zamanda elimizde ürün olarak böyle somut bir şey tuttuğum için çok memnunum. Çünkü biz böyle bir süreçten geliyoruz ve dinleyicimiz de böylesi bir alışkanlığa sahip. Ayrıca dijital süreç bütün dinleme alışkanlıklarımızı değiştirdi. Algoritma kendi kendine DJ’lik yapıyor; kendince dinleme listeleri oluşturuyor. Sadece bizim kuşak değil gençlerde de görebiliyorum, bir bütünlük arayışı var. Bir albüm bütünlüğü arıyoruz. Öyle dinliyoruz. Bir sanatçının 8-10 tane şarkısını kendisinin kurguladığı bir bütünlük içinde dinlediğinizde tadı, tuzu, ruhu ancak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla ben plağa olan bu ilginin giderek artacağına inanıyorum. İnsanlar ellerinde somut bir şey görmek istiyorlar, tekstleri okumak istiyorlar, kim ne çalmış, nerede kayıt edilmiş bir bütünlük içinde görmek istiyorlar. Eskiden sevdiğimiz bir sanatçının kaseti çıktığı zaman koşup alıyorduk, heyecanla teybin başına oturduğumuzda bir yandan arka arkaya gelen şarkıları dinliyor bir yandan da kimler çalmış, sözleri kim yazmış, hangi enstrümanlar çalınmış, nerede yapılmış gibi bilgileri albüm kapakçığından okuyorduk. Ve bütün bu dinleme, okuma hazzı özel bir ritüele dönüşüyordu; dinlediğin şeyin kıymeti artıyordu. Bir ibadet gibi, ritüel gibi olabiliyor müzik dinlemek. Ruhen bütünleştiğin, bağlandığın, dolayısıyla elinde kutsal kitap gibi bir materyalle gezmek istiyorsun. Hem birileriyle birlikte dinlemenin hem de yapayalnız dinlemenin ruhani ya da meditatif bir yanı var. Şimdi bu plak gerçekten de tam zamanında çıktı; kendi açımızdan tarif edemediğimiz bir eksikliği fark etmemizi sağladı. Müzik dinlemek değil sanki yiyerek tüketme halindeyiz. Bu anlamda da plağın bir farkı var. CD değil, kaset değil ama plak bir yere doğru gidiyor.”
’30 YILLIK DOSTLUĞU TESCİLLİYORUZ’
Her ne kadar sanat hayatlarının 31. yılı olmasına rağmen araya giren hastalık süreci nedeniyle 30. sanat yılı konserlerinden söz ediyoruz. İlki Bostancı Gösteri Merkezi’nde şimdi Diyarbakır’da yapılan ve önümüzdeki günlerde Şişli’de yapılacak konserlerde dinleyicilerin ilgisinin onlarda yarattığı reaksiyonu soruyorum.
“’30. Yıl’ başlığı, galiba hem bizim için hem de dinleyici için ‘Oldu mu o kadar?’ algısı yarattı. Hep beraber yaşamışız bu 30 yılı, bu albümlerin, şarkıların, konserlerin hepimizin hayatında bir yeri olmuş… Bir nevi 30 yıllık bir dostluğu tescilliyoruz. Anılarımızı, yaşanmışlıklarımızı bir şekilde yeniden konuşmuş oluyoruz. Şu albüm yayınlandığında üniversitedeydim, şöyle bir öğrenci evinde yaşıyordum, bir sevgilim vardı ayrıldık ya da evlendik vs. gibi kişisel yaşanmışlıklara tanıklık ya da dert ortaklığı yapmış oluyorsunuz müziğinizle. O 30 yıla beraber bakıyoruz. Dolayısıyla bir tarafıyla nostaljik bir durum bir tarafıyla da dinleyiciyle olan bağımızı ve paylaşımımızı tescillemek. Tüm o anıları bir kez daha görmek ve hatırlama isteği.”
Tatsız da olsa önce Metin Kahraman’ın, ardından Kemal Kahraman’ın yaşadığı ciddi sağlık sorunlarının hepimizin yüreğini ağzına getirdiğinden söz etmeden duramıyoruz.
“Normal giden bir hayat içerisinde birdenbire duvara tosluyorsunuz. İşte gelip geçiciyiz. İlk duyduğumda panik olmadım. Tevekkül değil de eyvallah dediğim bir yer var. Yaşamak istediğim daha çok şey vardır, ertelediğim şeyler vardır ama ‘şunu yapamadım, bunu yaşayamadım’ gibi bir ah-vah yaşamadım. Böyle baksak belki bir telaşa dönüşebilirdi. ‘Hayattan doymuşum’ desem yanlış anlaşılabilir ama hep kendimiz gibi yaşamışız, ayaklarımız hep yere basmış, sağa sola savrulmamışız. O nedenle bir tatminsizlik, eksik kalmışlık duygusu hissetmediğim, ölüm korkusu ya da telaşı yaşamadım. ‘Evet, ölüm de hayatın bir parçası’ diyebiliyorum. Tıpkı şairin ‘ayrılıklar da sevdaya dair’ demesi gibi. Yine de bu şanssızlık içinde şanslıyız. Fazlasıyla çevremiz var, güzel doktorlarla muhatap olduk, tedavimiz hep iyi geçti. Şimdi de çok iyiyim. O yüzden yüzümüz hep hayata dönük; yapmamız gereken bazı işleri daha fazla ertelememe gerekliliğini hatırlattı, o kadar. Bu da iyi oldu tabii. Onları bir yere bağlasak iyi olur. Çünkü gerçekten 30 yıllık olgunlaşmış, sistematize edilmiş bir birikim var. Bu birikimin bize sağladığı tecrübe ve fikir olgunlaşmışlığı içinde söylediğim gibi kitap vesaire gibi ürünlere dönüşmesi önemli. Bir anlamda hayatın biraz sizi dürtüp ‘Haydi artık erteleme işleri; çalış, çocuklarımıza yarım iş bırakma, bunları değerlendir, kendini toparla’ demesi gibi bir uyarı bence.”
Sohbetimize Suriçi’ni adımlayarak devam ediyoruz. Dört Ayaklı Minare’nin yanından geçerken irkilip Tahir Elçi’yi yâd ediyoruz. Surp Giragos Kilisesi’nde mumları yakarak dileklerimizi diliyoruz. Surlara çıkıp etrafı seyreden Kemal Kahraman indikten sonra “Surlardan bakınca Suriçi’nde yapılan turistik yapılaşmanın dokuya ne kadar uyumsuz bir yağmacılık olduğu çok daha yakıcı bir biçimde görülüyor” diyor.
Artık Dersim’e dönme vakti yaklaşıyor. Sarılıp vedalaşıyoruz. Aklıma ve dilime yine Kaybolan Kentin Eskicisi düşüyor.
“Yalnız değilsin eskici
Bir sabah güneş doğar
Sevgiden tuğlalarla Yeniden kurarız bu kenti”.